DÜŞÜNCE DÜŞLENİR, YAZIYLA KANATLANIR...
Değerli yazar ve felsefeci Dücane Cündioğlu’nun kitabının ismiyle kontağı çevirdiysek yazarak yoldan çıkmanın, kurmacayla hayatı eğip bükmenin, başka bir gerçeklik yaratmanın da ipuçlarını vermişiz demektir. İpin ucunu yakalayan, bu söküğün nereden geldiğinin ve ilk ilmeğin nereden atıldığının sırrına da kavuşabilir. Ortada bir sır olduğu bile meçhuldür aslında.
Öncelikle sizlerden izlediğiniz filmlerdeki bir sahneyi sahne hayal etmenizi istiyorum. Çok bilindik enikonu klişe bir sahne bu! Bir yazar adayı veyahut sözüm ona ilham perilerini kaybetmiş bir yazar, boş bir kağıdın veya daktilonun başında yazamadıkları için buhran geçiriyor ve kağıtları tek tek buruşturup odanın zeminine atıyordur. Gözünüzün önüne getirdiniz değil mi? Buruşturulup top haline getirilmiş o kağıtlar, yazılamamış hikayelerin adeta ete kemiğe bürünmüş halidir işte. Peki bizim kahramanımız azimle masanın başına oturduğu halde neden ilk cümleyi bulamamakta ve/veya neden cümlelerin sonunu istediği gibi getirememektedir? Neden ilham dedikleri o acımasız yarı tanrı herkese cömertken bir ona uğramamaktadır? Neden o boş sayfaları doldurmasına engel olmaktadır? Sözcükler orada değil mi? Kitaplar, sözlükler ve ansiklopediler kimsenin tekelinde olmayan- anonim- kelimelerle dolu değil mi? İşte bu sorunun cevabı yazma eyleminin ve genel anlamda kurma eyleminin masanın başına geçmeden çok önce bir yerlerde başlamasıdır sevgili arkadaşım. Zihinde yazılmaz mı bir metin? Kapı kapı, yol yol, semt semt, masa masa dolaştırılmaz mı? Ne düşündüğünü düşünmek, ne düşündüğünü bilmek ve o düşünceyi ehlileştirmek…Tüm bu eylemlerden sonra da o anonim olan kelimeleri kendi düşünce dünyasında anlamlı söz dizimlerine çevirir yazı emekçileri.
Ne düşündüğünü bilmeyen var mıdır peki? Bilmeyen yoksa bile bunun üzerinde düşünmeden gündelik hayatın içinde otomatik pilota bağlanmış insanlar vardır. Yatay hayatlarının dışındaki gerçekliğin büyüsünde kaybolmaya henüz hazır olmayanlar veya bunu tercih etmeyenler. Oysa ki dikey dünya dediğimiz duygu ve düşünce dünyasında sıkışmış fikirler, can bulmak için hep sıralarını beklemektedirler. Sıra onlara -bilincin derhizlerine- belki de hiç gelmez. Düşünce de ebedi mahpusluğuna öğrenilmiş bir çaresizlikle katlanır çoğu zaman. Sayfalar boş, kelimeler birbirlerine kavuşup bir anlam oluşturmaktan aciz, öylece asılı kalıverirler havada.
Keşke insan bir mektup yazmayla başlasa kendine! Evet, evet kendine! Bilincinin akışında neler olduğunu öğrenmek için veyahut ne düşündüğünü düşünmek için zarfsız pulsuz öylesine bir mektup… Kendine dair anılarını yeniden yapılandırdığı, hayata dair meselesini cesurca dillendirdiği ve bunu bir çözüm arayışında olmadan sadece ve sadece iç dünyasının bir tanığı olarak, bilerek ve isteyerek, zevk alarak yapsa ya insan. Bir günlük de tutabilir mesela, ama sadece yatay dünyasını -bir başka deyişle günlük olayların kronolojisini- anlattığı bir günlük değil, olaylar karşısında ne hissettiğini ne tepkiler verdiğini kendine fısıldadığı bir günce olmalı bu. Belki de buradan başlayacaktır esas hikâye.
Yazdığınız her şey bir tür günlük veya mektup değil midir peki? Yazdıklarınızın yaşamımızdaki gerçeklerden ne kadar sapmaya uğradığının önemi yoktur, o mevzuyu ve o karakterleri size özel bir sebeple seçmişsinizdir. Her ne yazarsanız yazın, örtük bir şekilde kendinize ait bir şeyi ifade ediyorsunuzdur. Kapana kısılmak da özgür olmak da tam da burada aynı anda gerçekleşir. Kurmacanın ilk adımları güvercin ürkekliği ile buradan atılacak, düşünce düşlenecek ve Nilgün Marmara’nın dizelerindeki gibi yolunuza kuş olup konacaktır. Yol dediğin uzundur elbet; nice teknikler, öğrenilmesi gereken ipuçları ve derin okumalarla gelişir yazı ama en çok da düşünerek, sorarak, sorgulayarak gelişir.
Kafamızda Deli Sorular
*Hikâye başlangıçlarımın neden okuru cezbetmiyor?
Yazmaya bir durum tespiti veya hava durumuyla mı başlıyorsunuz yoksa bir varsayım veya merak uyandıran bir ihtimal/sorunla mı?
*Düzenli yazamıyorum, erteliyorum, erteliyorum ve sonunda yazıya küsüyorum. Ne yapabilirim?
Ertelemek çok normal ve standart bir tepki değil mi? İçimizek rasyonel taraf ile haz peşindeki taraf arasında süregelen bir mücadeledir bu. Yazma eylemi eğer kişiye özgü- biricik- bir deneyimse “her gün en az 15 dakika yazı yazılmalıdır.” şeklindeki genel geçer kurallar sizin için uygun mudur?
*Yazdıklarımı dergilere gönderiyorum ancak bir türlü olumlu dönüş alamıyorum!
Dergilerin dosya konusuna uygun olmayan bir içerik mi göndermeye çalışıyorsunuz acaba? Derginin istediği temel standartları (yazı türü, biçimi, sözcük/sayfa sınırı) iyi kavradınız mı? İmla kurallarına ve yazım hatalarına yeterince dikkat ettiniz mi? Lütfen ilk önce buradan bakın mevzuya, çünkü çoğu zaman olumsuz dönüşün sebebi sebep sizin zannettiğiniz gibi metninizin beğenilmemesi değildir.
Bir sonraki sayıda, kurmacanın özellikleri ve gerçeklikle ilişkisi hakkında düşünmek üzere…
Sevgiyle…
Comments